15.12.2018

Merhaba Yabancı,
Bu sefer öyle renklerle süslemeyeceğim sayfayı, silik yazmayacağım.
Kanına dokunacak, belki de benim kanıma dokunacak… Kar yağdı bugün, gereksiz bir detay… Her zamanki gibi, söze giremeyişlerimin ufak mazereti. Yabancısın, kilometrelere sığdıramadığım uzaklardan bahsediyorum. Böyle olmamalıydı.
Her zaman başına buyruktum. Kabullenemediğim kısır döngünün suçlusuydu herkes. İsyankârdım, kabaydım, kimsesizdim… Yabancı, her zaman bir yabancı olarak kalmanı isterdim. Hiç tanımadığım, hiç hissedemediğim biri olmanı isterdim. Hisler tabutları kırar çünkü… İnanmayacaksın bana, bir falcı söyledi aslında “Gördüklerim kelimelere sığmaz, sen taşarsın.” söylediği gerçek oldu biliyor musun, ben taştım.
“Bir okyanusta yüzen, güçlü bir balıksın sen…” demişti, o zamanlar nasıl göğsüm kabarmıştı. Bilmiyordum tabi, ne kadar güçlü olursam olayım, benden daha güçlüler vardı bu dünyada, Daha fazla kırılanlar…
“Seni avlamak isteyecekler, kendini korumalısın… Çünkü seni koruyacak kimsen olmayacak…” Falcının kelimeleri şaşırtmamıştı beni, yalnızdım çünkü. Senin aksine, çok yalnızdım. Çok çamura batmıştım, kimse elini uzatmamıştı. Ama ben umursamazdım, nefretimi bile umursamazdım.
Falcı bana bakıp acır gibi gülümsedi o gün, dudaklarımdaki ukala sırıtış yerini donuk bir tebessüme bırakmıştı o gün, unutamıyorum.
“Sen …” demişti falcı “…Acıların içinde büyümüşsün ama acıyı hiç tatmamışsın…” hayretle bakışlarını bana çevirdiğinde gururluydum. Acıyla büyümek kolay değildi çünkü. Ama ben hiç yenilmedim acıya, diyorum ya çok umursamazdım ben. Ya da Tanrı henüz acıyı tatmamı istememişti benden. Hayatım hislerden ibaretti ama hiç hissetmemiştim acıyı… Ya da hissetmem gereken acıya henüz denk gelmemiştim.
“Acıyı öyle bir tadacaksın ki kızım, asla unutamadığın beyaz elbisen olacak o; çamurla kirlettiğin… En yakın arkadaşın olacak, kardeşin olacak, ailen olacak, sevdiğin olacak…” ben boş gözlerle falcıya bakmıştım o gün, nereden bilebilirdim ki, nereden bilebilirdim. O gün o falcıya en sevdiğim bordo beremi vermiştim, kırmızı işlemeli makasıyla bir parça kesip kor ateşin yüzüne fırlatmıştı.
“Sen,” demişti, ben yanan ateşe kalbimi attığımı düşünürken, “Hayatında hiç memnun olmadın değil mi? Dikenler hep sana batıyordu, Senin dikenlerin, sana batıyordu.” güldüm.
“Hayatımda memnun olabileceğim hiçbir şey yoktu. ” diye mırıldandığımda kahkaha atmıştı, komik bir şey de söylememiştim hâlbuki. Ama neden güldüğünü şimdi anlıyorum, acıyı tatmamıştım bile, nasıl hayatımdan memnun olmazdım.
“Gözün hep uzaklardaydı, olmak istediğin kişi değildin, hep uzaklarda aradın. Her şeyi bıraktın, acizdin çünkü…” o zamanlar bu sözleri sinirime dokunmuştu, nasıl hayatımı eleştirebilirdi, nasıl bana aciz olduğumu söyleyebilirdi ki! Ama ben biliyordum neye sinirlendiğimi, harfi harfine doğruydu söyledikleri, gülmüştüm sadece.
“Uzaklarda düşlediğin şey, çok yakınında… Aradığın şey seni yakacak, küllerini kimse toplamayacak, kelimeler ağırdır. Sen okyanusta güçlü bir balık olabilirsin ama sadece okyanusta güçlü olduğunu unutma. Nefes almak için suya ihtiyacın var. Sen ateşi düşlüyorsun, aptal kız.”
Söylediklerinin hiçbirine katılmamıştım. Parasını ödeyip usulca çıkmıştım oradan. Sandığı kadar güçsüz değildim ben, acizdim evet ama güçsüz değildim. Güçsüz olmamak için savaşmıştım bunca yıl, nasıl güçsüz olabilirdim. Ben kanatları olan minik bir serçeydim belki, ama kanatlarım vardı. Kelimelerin hepsi yalandı. O kadına asla güvenmeyecektim.
O gün seni görmeseydim…
Mutsuz görünüyordun. Üzerinde uzun bir mont vardı, siyah bir tişört, yırtık bir kot pantolonu siyah bir kemerle süslemiştin. Kahverengi, bordoya çalan sarı iplikli botların vardı ayağında… Elinde büyük bir çanta vardı, siyah… Biliyor musun, elimde tuttuğum kesik berenin aynısı kafandaydı o gün. Kulağındaki kulaklıktan anlamıştım varlıklı biri olduğunu, bindiğin arabayla alakam bile yoktu. En sevdiğim berem sendeydi, elimdeki beremi sıkmıştım istemsizce; nasıl beremin kesilmesine izin vermiştim, nasıl?
Elimdeki bereyi sıktığımı gören sen, gözlerimin içine boş boş baktın. Atmayı kısa süreliğine bırakan kalbim, yarış atı gibi hızla atmaya başladığında falcının beddua etmiş olabileceğini düşünmüştüm. Hislerini anlamak çok zordu. Sana bakmak istemiyordum aslında, tam karşımdaydın ama. Tam karşımdaydın ve bana benim sana attığım boş bakışların aynısını atıyordun. O an sanki kendimle göz göze geldim biliyor musun, gözlerinden anlayamadım hislerini ama içim acıdı. İçim paramparça oldu sanki… Birbirimize uzun süre baktık, nedenini sorma bana, hiç bakmak istemiyordum ama gözlerim ayrılamadı gözlerinden. Beni suçlayamazsın. Ben bir yabancıyım.
Hangi ülkede karşılaştığımızı bilmiyorum, o gün kar yağıyordu ama onu hatırlıyorum. Sen çok gezerdin. Bense kısa süreliğine uğrar geçerdim. Burada yabancı olan bendim. Hem sana yabancıydım hem de senden yabancı… Arabaya binip gözden kaybolduğunda hatıralarına bile yer edinmeyeceğimi düşünüyordum.
O zamanlar gerçekten bilmiyordum tehlikeli olduğunu,
O zamanlar bilmiyordum bana bu kadar imkânsız olduğunu…
Öylesine gördüğüm adam bir anda kalemimin prensi olmuştu, öylesineydi ama öylesine…
Sen benim için her ülkede tesadüf eseri karşılaştığım esrarengiz bir yabancıydın. Ama ben senin için bir yabancı değildim. İşte ben o an benim için çok yanlış olduğunu anlamalıydım.
Ben çok kırılmış bir kızdım. Biliyorsun, hiç tanımadığım bir ailem vardı benim. O ailem beni doğduğum andan itibaren zengin bir ahbabına bırakmış, bir kazaya kurban gitmişlerdi. 5 yaşımda öğrenmiştim bu acı gerçeği; sinir krizi geçirttiğim dadım kelimelerinin bir bıçak olduğunu bilmeden savurmuştu üzerime. Kanamamıştı ama yaralarım, çocukken yaralar çabuk geçerdi çünkü… Bu gerçekle 11 yıl nasıl yaşamıştım acaba, aileme söylememiştim bildiğimi. Ama hiç anne ve baba diyememiştim onlara. 16 yaşımda bana gerçeği söylediklerinde de saf ayağına yatmıştım. Kolaydı çünkü bilip de bilmezlikten gelmek… O yaşıma kadar kalpsiz olmuştum, hissiz olmuştum, soğuk nevale olmuştum ama asla istedikleri insan olamamıştım insanların; dışlanmıştım bu yüzden. Bir kaç küçük ben dışlamıştı işte, yüzümdeki maskeyi beğenmemişlerdi. Değiştirmek istemedim hiç, o kadar alışmıştım ki defterlere benliğimi sığdırmaya, değiştirmemiştim. Kimseye de defterlerimi göstermemiştim. Hiç arkadaşım yoktu bu yüzden. Dikenlerimi koparacak kimsem yoktu, dikenlerimi kopartsalar daha az acırdı canım.
Yazdığım sözleri ilk keşfeden annemdi. Sözde anne diyemediğim annem… Beni kendi halime bırakıp hayallerimi yaşamamı istemişti benden, Ona anne diyemeyişimin kırıklığını atmaya çalışıyordu belki, bilmiyorum. Beni benden çok severdi, 18 yaşımda kaybettiğim güzel annem. Hayallerimi yaşayamadığım için üzülmüş müdür acaba annem… Kırılmış mıdır yalanlarıma, benliğimi sakladığı için kırılmış mıdır bana… Gözlerini ebediyete kapamadan önce, burukça gülümsemişti bana. Annem gider gitmez kaçmıştım evden, babam yoktu çünkü. Babam maddi desteği hiç esirgememişti benden ama sevgisini bir türlü verememişti bana. Ben de bana her baktığında annemin buruk gülümsemesini hatırlamasın diye kaçmıştım evden. Sokakların kızı olmuştum. Şehirlerin, ülkelerin kızıydım artık… Artık gerçekten de kimsem yoktu. Ah! Arada sırada mesaj atan üvey ağabeyimi saymazsak kimsem yoktu. Çalışmaya itmişti bu durum beni, evden bir an önce gitmek istiyordum çünkü bir evim yokmuş gibiydi artık, sıcak yemekler hep soğuktu. Sıcak yürekler de buz gibi olmuştu annem gittiğinde. Anne diyorum artık… Beni benden çok nasıl sevebildin?
Üniversiteyi yurt dışında kazandığım için mutluydum. Çünkü buranın havası, ciğerlerimi sigaranın keskin dumanıyla dolduruyordu.
Artık nefes alamıyordum burada, ben de kaçmayı seçtim.
Kaçmak en kolay yoldu ne de olsa.
Sürekli ülke değiştirdim ve o yaşımda kısa sürede zengin olmuştum. Zenginliğin mutluluk olmadığını annem öldüğünde anlamıştım. Ama zenginlik, rahatlık demekti. Para sıkıntısı çekmiyordum nasıl olsa, istediğim kadar gezip benliğimi arayabilirdim. Yazardım ben, biliyorsun, çoğu sanatçı benim yazdıklarımı isterdi. Ben de verirdim hissiz bir kaç satırı. Hissiz diyorum çünkü yazdıklarımı hiç beğenmiyordum, sevemiyordum onları. Biliyorsun işte, çok kavga ederdik bu yüzden. Sen hiç bakışlarımdan hislerini kıskandığımı anlamadın. Belki de ben anlatamadım, sevdiklerine bakarken gözlerinde oluşan parıltıyı hiç anlatamadım. Bana sevgiyle bakıyordun evet, sevgi, şefkat, güven, özlem… Ben vardım gözlerinde… Ama ailene bakarken ki… Nasıl anlatsam, aile şefkatini? Bilmiyorum, annemin bana baktığı gibi bakıyordun onlara. Ben kimseye öyle bakamadım.
Yani, bakamadığımı düşünüyordum…
Bir kış günüydü gene, pembe çiçeklerin çok güzel döküldüğü bir ülkedeydim. Öyle naif süzülüyorlardı ki havada, sayfalarca yazmıştım bu süzülme anını… En uzun kaldığım ülkeydi. Yıkık dökük bir binanın en üst katında kalıyordum, güzel bir manzarası vardı, arada terasa çıkardım. Çok güzeldi, gerçekten huzuru hissediyordum biraz. Mika diye bir amca vardı. Ailesi beni küçük kızları gibi görüyordu. Belki de o yüzden hissetmiştim huzuru. Her zamanki sabahların birini yaşıyordum. Farklı olacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. O sabah güzel bir yürüyüşten sonra duşa girmiştim. Müzik dinleyerek kahvemi demlerken kapı çalmıştı. Mika amca olduğunu düşünüp eve kısa bir göz gezdirmiştim, temiz ve düzenliydi. Daha sonra kendime bakmadan elimdeki kupayla kapıyı açtığımda elimdeki kupa usulca yere düşmüştü. Usulca diyorum çünkü seni gördüğümde zaman bir ağırlaşmıştı, bir duraklamıştı sanki. Atmayı kısa süreliğine bırakan kalbim, bir yarıştaymışız gibi hızlanmıştı ve ben bir yıl önce gördüğüm falcının bana beddua edip etmediğini bir kez daha sorgulamıştım.
Yanıyordum çünkü. Cayır cayır yanıyordum. Sense bunu fark ettiğin halde gülümseyerek elini uzatmıştın, kendimi öldürmek istedim. Her zaman garip bir şekilde rastlıyordum sana ama bu sefer çok yakınımdaydın. Yorgun bakıyordun bana, ben de yorgundum ama yorgun olmama rağmen gülümseyemiyordum senin gibi.
“Siz…” bozuk bir aksanın vardı, İngilizce bilmediğini fazla belli ediyordun. Umursadığım tek şeyin aksanın olması ilginçti. Kokun bir kere, kokun baş döndürücüydü. Seni ilk gördüğüm bereni takmıştın kafana, kesik beremin aynısını. Hiç sorma fırsatım olmadı. Bu bereyi seni tanıyayım diye mi takmıştın? Eğer öyleyse, takmasaydın da olurdu. Çünkü seni unutmamın imkânı yoktu. Sesine yüzlerce satır sığdırırdım. Ya da yüzlerce satırı sırf sen söyle diye yazardım. İtiraf ediyorum bunu, sana söylemeye fırsatım olmamıştı; yani biraz utanmıştım. Bir şey daha itiraf etmek istiyorum şimdi… Sen çok güzeldin. Çok güzeldi; bu his çok güzeldi ama bir yandan da berbattı. Okyanusta gezinen bir balığın güneşe âşık olması gibiydi. Okyanusa âşık olmak bile kolaydı ama güneşe nasıl âşık olmuştu ki balık? Falcı kesinlikle beddua etmiş olmalıydı. Her şeye rağmen çok uzaktı. Balık âşık olmuştu ama ben bir balık değildim. Bu yüzden imkânsız umurumda bile değildi.
“Destinia olmalısınız…” diyerek şüpheyle bana baktığında sana yalan söylemek istemiştim, o zamanlar korkuyordum seni gördüğümde midemde kozasından yeni çıkan kelebeklerden. Bu yüzden “Yanlış kişi…” diyerek yüzüne kapıyı kapatacağım sırada kapıya ellerini koymuştun. O an sende bir dil karışıklığı oldu, o zaman tepkisiz kalmıştım. Ama biliyor musun? Şimdiki aklım olsa sevimliliğine gülerdim.
“Destinia!” diyerek apartmanın içinde bağırdığında böyle ulu orta yerde adımı söylemen hoşuma gitmediği için seni içeri çekmiştim. Çünkü ben anonim olmayı seviyordum. Sense beni neredeyse deşifre ediyordun. Bana şaşkınca bakıp kahkaha attığında, sana yemin ederim ki kahkahana bir ömür sığdırabilirdim. Ya da o gür kahkahada kendimi öldürebilirdim. Ne kadar tezat değil mi? Bir an balık olduğumu düşündüm, güneşi görebilmek için yüzeye çıkmıştım ve nefesim kesilmişti sanki. İmkânsız ve yanlıştık. Tanrı aşkına, hiç güneşe âşık bir balık gördün mü? Ben türünün son örneğiydim işte, her anlamda…
Kullandığın dili bildiğim için Tanrıya şükretmiştim. Yerdeki kupayı alıp kapıyı kapattığımda “Bana öyle seslenmeyin.” diyerek kupayı yıkarken şaşırmıştın. Neden şaşırmıştın ki, uluslararası bir anonim bir yazardım ben, dil bilmemem aptallık olurdu. Sadece İngilizceyle sonsuza kadar gezemezdim sonuçta. “Neden?” diye sorduğunda şaşırdığın noktanın bu olması beni şaşırtmıştı. Gerçekten seninle şaşırmak bile güzeldi. “Adımın bilinmesi hoşuma gitmiyor” diyerek seni aydınlattığımda bakışların bir an tatlılaşmıştı. Fazla sevimliydi bu görüntü. “Kahve içer misiniz?” diye sormuştum sen ise daldığın denizden zorlukla kurtulmuş, ayakkabılarını çıkartıyordun. Cevabını almış gibi kahveleri sehpanın üzerine koymuştum. Sense koltuğa oturmuş etrafı inceliyordun. Biliyor musun? İkimizde birbirini hiç tanımayan insanlara göre fazla rahattık. Şu ana kadar gülümsememem büyük başarıydı. Çünkü oyunculuğum ne kadar iyi olursa olsun senin yanında gülümsememek imkânsız gibi bir şeydi. Mıknatıs gibiydin, sana fena çekiliyordum.
“Geliş amacınız nedir?” diyerek karşındaki koltuğa oturduğumda bana baktın. Açıkçası beni tanıman hoşuma gitmişti ama şuan beni tanımandan nefret ediyorum.
Bunu nasıl yapabildin?
Bunu nasıl yapabildim?
“Bana şarkı yaz.” dediğinde bir süre kelimeleri idrak edemedim.
“Herkese şarkı yazmam.” diyerek kahvemi yudumladığımda bana size şarkı yazmam için tüm sebepleri açıkladın. Gerçekten ikna kabiliyetin takdire şayandı. Sen her konuda başarılıydın gerçi, güneştin. Bense güneşi kıskanan bir yabancı…
Peki, sen, bu yabancının yaşadığı okyanusu hiç kıskandın mı?
İlk uçakla, kimseye veda bile edemeden götürmüştün beni, gerçi ben vedaları hiç sevmezdim. Beni yaşadığın ülkeye getirmiştin, hava yağmurluydu. Tıpkı yazdığım şarkıdaki gibiydi, bir amacım vardı bu sefer, seni tatmak istiyordum ben. Seni hissetmek istiyordum, yaşamak istiyordum. Biliyor musun ilk kez senin yanında kahkahamın sesini duydum ben. Aradığım sıcaklığı hissettim.
Hiç unutmuyorum bir gün, sonbaharın kahve tonlarına büründüğü, ılık rüzgârlı bir ayda, bana adımın neden ‘Destinia’ olduğunu sormuştun. Sana kaderi anlatmıştım ve bana kadere inanmadığını söylemiştin. ” Kader yoksa nasıl karşılaştık?” diye sorduğumda cevap veremedin. Boşluğa düşüşünü izleyip içten içe bu sevimliliğinle eğlenmiştim. Her şey o kadar güzeldi ki, ağlıyordum. Her gece istemsizce ağlıyordum. Okyanustan karaya zıplıyordum güneşi izleyebilmek için… Yüzgeçlerim yanıyordu. Canım acıyordu. Ve ben falcının bahsettiği acıyla tanıştım. Sonbaharın acı melteminde bana dudaklarını bahşettiğinde mutluluktan ölmüştüm.
Zaten o andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.
Ben senin dünyana ait değildim. Sen her zaman parlaması gereken bir güneştin. Bense hayallerini kıskanan, hayallerini hayal edinmiş güçlü bir balıktım. Güçlü olmaya çalışan bir balık. Sana kıyasla güçlü değildim. Ben sana yaklaşmaya çalışan güçlü olduğunu düşünen aciz bir balıktım. Falcı yalan söylememişti.
Ben hiç ‘bitsin’ demedim sana, sadece gideceğimi söylemiştim. Gideceğimi söylediğimde kavga etmiştik. Birbirimizi biliyorduk, uzun zaman boyunca seninleydim ve sevmeyi, sevilmeyi iliklerime kadar yaşamıştım. Latincede bir deyim vardır, “Amor omnia vincit…” Bu deyimin anlamı aşk her güçlüğü yener… Yalan olduğunu biliyordum. Biz âşıktık çünkü. Kelimelerimiz toylukla işleniyordu.
Çok kısa sürdün ama vardın ve seninle olmak sensiz olmaktan daha kolay olacaktı. Çünkü ben seni yaralıyordum. Aynı hayalleri paylaşıyorduk. Sen gerçekleştiriyordun. Bense senin için onlardan vazgeçtim. Eğer ben olsaydım, dibe batardın. Gitme, demeni istemedim hiç. Ama duygularını saklayarak git, demen acıyı iliklerime kadar hissettirmişti. Seni bir kış günü terk etmiştim, fiilen olmasa da belli etmiştim değil mi? İlk kar yağmıştı gene, sen bana ağır laflar etmiştin, ben de çok kırıcıydım. Biliyor musun? Hala birbirimizi hissettiğimize inanıyorum. Çünkü biz farklıydık. Yani buna inanıyordum. Çok gözyaşı döküyorum istemsiz… Peki, sen, sen ağladın mı arkamdan?
Ben küllerimden doğacağımı düşünüyordum. Yandığımı ilk beni öptüğünde hissetmiştim ama bu yangın onun gibi tatlı değildi, içimi ısıtmıyordu; yeniden başlamışım gibi hissettirmiyordu… Sen benim üstüme odun atan ilk aşkımdın ve son. Küllerimden doğacağıma inanıyordum, bilirsin yeni başlangıçlar yapar, hiç yaşanmamış gibi gömerdim acılarımı… Ama bu sefer öyle olmadı, hayatımdan aniden bir insan daha gitti… Babam. Hayat üstüme bir odun daha atmıştı. O ülkeye dönmek istemiyordum ama babam şirkete üvey ağabeyimle birlikte göz kulak olmamı istemişti. Üçüncü odundu. O ülkeye dönmek kaderimde boğulmak demekti. O zamanlar benim için yazdığın şarkı ise pişmanlığım oldu. Bana atılan odunlardan bir kaç tanesiydi. Artık ellerimiz birbirine değmeyecekti, kokunu asla tadamayacaktım. Huzur bulduğum kolların başkasına sarılacaktı belki… Ben küllerimden doğamadım. İlkimdin, sonum oldun. Yanan satırlarım oldun. Yabancım oldun. Ben oldun, biz oldun…
Ben hariç kimseyle olmadığını biliyorum.
Biliyor musun? Ben de sen hariç kimseyle olmadım.
Bitirmesi çok zor oluyormuş, özür dilerim. Binlerce kez özür dilerim. Kadere inanıyorsun değil mi? Yalvarırım kadere inan. Sen çok güzelsin… Sana aşığım. Güzel veda diye bir şey yoktu, yanan taraf ben olmalıydım. Hayallerim sende, hayallerim sensin. Ben… Tanrım… Gözyaşlarımı görüyor musun? Gözyaşlarımı görme, yalvarırım. Beni hissediyor musun artık? Peki, ben gidince de hisseder misin beni gökyüzünde? Yavaş yavaş gideceğim… Güneşim beni cayır cayır yaktı ve geriye düşen tek şey kara bulutların zarif yaşlarıydı.
Senden tek isteğim, hayalimizi bizim için yaşa, gözyaşlarım engel olmasın sana… Benim güzel güneşim, usulca gözyaşlarıma sokul. Ben gözyaşlarımı bulutlara emanet ettim.
Sevgilerle Yabancın
